AvaMgardisTiyatro Kollektifi

tiyatroavam.blogspot.com

AvaMgardisTiyatro Kollektifi olarak elimizden geldiğince oyunların tekstlerini tiyatroavam.blogspot.com adresinden yayımlayacağız... Tüm dostlara duyrulur...







29 Temmuz 2007 Pazar

VASİYET

oğlum deniz'e ve de yeni kızım Irmak'a....
...
inanılmaz gecelerde doğdunuz ikiniz. adınızı dahi bilmiyorum. kızım
ırmak...
sessizlik.
doğrulup sakala giden el tanesi.
"sizden ötesine herkese bir küfür"
inanılmaz gecelerde doğdunuz ikiniz. adınızı dahi bilmiyorum. oğlum
deniz...
sessizlik.
doğrulup kapı koluna giden el tanesi.
"sizden ötesine herkese bir harf."
inanılır gecelerde doğdunuz hepiniz. adınızı tek tek biliyorum. hepiniz
siz olan onlar ve tüm ötekiler- bir biri içinde tanımlanabilen ve her zaman bir ikinci şahit bulup varlıklarına inananlar- tanrının tüm işe yaramazlığını giyinen ve bu halleriyle bile -çıplaklık yasak çünkü- yok olan her gün kendi varoluşsal tartışmalarında.
sizler.
çığlıklar...
doğrulup pencere önünde kitlesel intihar ritüelini izleyen bir tek göz.
sizden ötesine çocuğuma bir nefret.
kırılacak camlar hıçkırıklarınızla.
kayıp bir çöplüğün leş kargaları hepiniz.
ellerinizi çekin çocuklarımın üzerinden.
sizler ölüsünüz.
vapur ezdi tüm varlığınızı.
çıkın tüm hayatlarımdan. ben ölmek için çok yaşlıyım baba olmaz içinse çok küçük.
haydi kırın pencerelerinizi ve birer birer ölün.
haydi tanımlayın bana kendinizi.
kim varolmak istiyor ha!
tartışmalar sadece birer kafiye yığını. kimse kimseyi sevemez. haydi durun ve bakın.
yoksunuz işte yoksunsunuz. size hayat denen macerayı vermiyorum. bırakın tek eksiz o kalsın
hayatınızda. nasıl olsa hepiniz yaşamış gibi yapmıyor musunuz? ha yaşayamadığınızı bin bir kat
yalan ve bin bir kat sözcükle örtmüyor musunuz?
çabuk oturun ve cevap verin.
bu ellerime bulaşan çocuklar benim değil.
kim kaçtı,
kime ait ellerimde büyüyen bu bedenler?
hayır yalan ben çocuk görmedim. bunlar benim değil. benim hiçim var yok yok yok var yok yok yok yok var yok var.....
sonra anlamlarını yitirmeye giden bir el tanesi.
haydi anlam bulun hayata şimdi.

24 Temmuz 2007 Salı

BEN SANA MECBURUM

"ne denebilir ki. sadece insan bir akşamüstü ansızın YORULUR."

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur ?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburun sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun

Belki haziran'da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır, başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin


ATİLLA İLHAN

23 Temmuz 2007 Pazartesi

BENİM BABAM VARYA SENİ DÖVER!


“İşte böyle Laz İsmail, işte böyle
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!”

N.Hikmet – 1948


Söylenecek o kadar çok şey var ki! Ama bu sözler de “geçmişi dövmekten” farksız olacaktır. Durum ortadadır… Aziz Nesin kısmen haklıdır!!!

Demokrasi” kazanmıştır… Doğrudur. Bir itirazım yoktur. Sadece zamanın birinde birilerinin “Demokrasi” ağacı dikmek (ki gübresini de bol kullanarak) için; iyi niyetli hallerini gördük… O “Demokrasi” bu demokrasi mi? Küçük oğlan şu repliği de ekliyor olabilir sonuna: “benim babam demokrasiyi çooooooooook seviyo!

Demokrasinin “star”ları… Ne denebilir ki; bir ampul gibi ışıl ışıl ülkemi aydınlatıyor. Haydi hayırlı işler!!!

Lümpenya (ki proletaryanın başkalaşım sonucu hali) kaderini bir şekilde belirlemiştir. Çoğunluk mutludur. Kolay gelsin!!!

Neden olmuştur, nasıl olmuştur bir yanadır artık… Olmaması gerekmektedir sonra. Şimdi tam zamanıdır… Belki bizler savrulduğumuz yerlerden başımızı çıkarmak zorundayız. Zorundayız çünkü…

benim babam demokrasiyi çooooooooook seviyo!

Sorun büsbütün “emperyalizm” sorunudur… Kullanılıp atılacak mendil kurutulup (belki de geri dönüşüm amaçlı) tekrar raflardadır. Güle güle kullanın!!!

Florasanlar küresel ısınmada yardımcı etki yaratıyor diye mi acaba “ampul” sayısı arttı? Bilinmez…

İçimde bir sıkıntı ve karanlık var. 22 Temmuz gecesinin karanlığı yitmeyecekmiş gibi…

Ama hala bildiğim bir şey var…

Teslim olmamakta bütün mesele”…

Vatana millete hayırlı olsun!!!

17 Temmuz 2007 Salı

BİR AYRILIK GÜNCESİ (bir öfke denemesi)

Kırmızı
öfkenin bir anlamı olmalı
yazılmalı bir yerlere tarih
bacak arasında açan bir kaç sözcüğün elleri...
Dişiliğinin bir anlamı ve bütünlüğü olmalı...
Kaybedilmeye değer en güzel yerinde
öfkenin bir anlamı olmalı
ağız boşluğunda dağılan bir rüzgâr
kelepçeli bir sigara kutusu
mektup parçası
açılıp gizlenen bir sanal nesne
kırmızı
öfkenin her hangi bir anlamı olmalı

minnacık bir bedenin gölgesi bu kadar korkunç olamaz
bu kadar iç acıtıcı
bu kadar mide bulandırıcı
bu
gece
intiharın peşinde bir çift gölge
olmayacak kadar küçük eller
ve
olmayacak kadar büyük dünya
öfkenin bir anlamı bulunmalı
kanamadan daha kırmızı...



Öfkenin bir anlamı olmalı
kanamadan daha kırmızı...

08.15
uyandım. İlk kez yanımdaki kadını tanımadım. Güzel. Şimdi bir sigara içme vakti diye geçirdim
içimden. O içini çekti. Yatağın soğuk kısmına çevirdi minik bedenini. Duvara baktım. Geceki hiç bir leke yoktu. Birden okul zili çaldı. Pencereye binlerce cümle çarptı. Omzuna dokundum. İçimde kimse yoktu. Yataktan çıktım. Ayaklarım altında ezilen parke çığlık attı. Nefes aldım.
İlk kez nefes aldım.
Ben ilk kez nefes aldım.

09.15
otobüs durağında iki kız bana baktı. Gülümsedim. Bir araba sinyal lambasını yaktı. Otobüsler geçti önümden. Numaralarına bakmadım. Islık çaldım. Dudağıma yapışmış sigarayla ıslık çaldım. Elimi kot montun cebine attım. Kendimi gıdıkladım. Karşıdaki kızın dudaklarına baktım. İnceledim tüm kıvrımlarını. Soğuktan çatlamışlığını, yarım kalmış rujunu... Dudaklarımı ıslattım. Geç kaldım.
Çok kez geç kaldım.
Ben ilk kez geç kaldım.

10.15
otobüs durağı boşaldı. Yürüdüm. Afişlerin önünden geçtim. Bu hafta ilk kez bir yere gitme isteği
uyandı içimde tak başıma. Telefonum çaldı. Açtım. "gelmeyeceğiz" dedim "ama ben gelebilirim"i de ekledim. Çok mutlu oldum. Telefonu kapadım. Otobüs durağı bulup oraya kuruldum. Otobüs geldi. Durdurmadım. Sigaramı daha yeni yakmıştım. Yürüdüm gene. Ayaklarım yeri hissetti. Ben yürüdüm.
Birçok kez yürüdüm.
Ben ilk kez yalnız yürüdüm.

12.15
varyanttan konak'a baktım. Bir minarenin gölgesinde çay içtim. Yeşile dolandı gözlerim. Telefonum çaldı. İçimde kimse yoktu. Açtım. Karşıdaki amcaya uzattım telefonu. "alo" dedi. Amca bana baktı. Meşgul sesi... Okumuştur dedim yazdıklarımı. Orayı terk ettim.
İlk kez terk ettim.
Ben ilk kez terk ettim.

00.15
evin balkonundan geçen arabalara bakıyorum. Bira hafif bir rüzgâr yaratıyor içimde. Telefonda
bilmediğim bir numara çeviriyorum. Kim açıyor bilmiyorum. "seni seviyorum" diyorum. Kapatıyorum telefonu. Yalan söyledim.
Yalan söyledim.
Ben ilk kez yalan söyledim.

03.15
yazıyorum. Çeyrek asrın yakın tarihini betimliyorum. Duvardaki posterde bir kaç hüzün ve renk görüyorum. Sigaramı söndürüyorum. Bir kadın düşlüyorum. Bir kadını düşlüyorum.
Kadın düşlüyorum.
Ben ilk kez kadın düşlüyorum.

05.15
sigaramı içiyorum. Tatminim en üst noktada. Bitiyorum yazıyı. Kaydetmeden kapatıyorum
bilgisayarı. Neşeliyim. Gülüyorum. Uyuyorum.

08.15
uyuyorum hala...

09.15
uyumaya devam ediyorum...

10.15
çalan telefona "meşgul" olarak yanıt veriyorum. Uyumaya devam...

12.15
çayımı içiyorum. hiçbirşey yapıyorum. Telefonumun piliyle oynuyorum. Neşeliyim. Ben bugün
hiçbirşey yapıyorum sadece...



Günlerden herhangi biri...

08.50
gitti. Gitti. Gitti. Gitti.

09.50
ömrüm uzadı. Mektuplara tutundum. Sigaramı tuttum. Ellerimde hissetim. Her şey karardı. Hava da. Yazmanın bir anlamı bulunmalı.

10.50
kahvemi soğumuş bir şekilde içtim. Kahvemin dumanlarına geç kaldım. Düşündün. Devam ettim düşünmeye. Bekledim. Hala bekledim. Aramasını. Telefonun pilini yerine yerleştirdim. Yoktu.

12.50
gazeteyi açtım. Onu aradım. Saçmaladım. İçimde birilerini aradım. Elimdeki kandili içime düşürüp bir yangın çıkarmayı umdum. Beceremedim. Belki dedim. Acı çekmekten başka şeylere bağımlı olmaya başlamalıyım. Ama yine de o yoktu.

15.50
başka görüntülerle kendimi dölledim. Ellerimi bedenimde bir böcek gibi dolaştırdım. Seni aradım. Güldüm. Çünkü ellerin hiç bana tutunmadı ki. Saçma dedim. Yine yaptın işte. Aptal adam. Onun senin için en iyiyi yaptığını düşledin ve tümceleri ona göre yazdın. Aptal adam.

16.50
beklemiyorum. Çünkü gelmek ona yakışmaz. Daha gerçek bakabiliyorum. Yaşasın. O hiç o olamadı diye düşünüyorum artık. Yazdıklarımın kurmacası gerçeği aydınlatıyor. Yazmak çoğu zaman yalan söylemektir kendine. Fantazyaların arasında boğulmaktır.

19.50
sen dediğim şeyi yazdığımı anladım. Sen sadece bir çatı ya da bir harf yığınıydın. Senden en
muhteşemi yaratmaya çalıştım. Olup biten her şey zihnimin bana sağladığı en büyük avantaj.
Yoktun aslında. Kızdığım, sinirlendiğim sen değil içimdeki beni çiftleyendi. Bunu daha iyi anladım.

23.50
her şeyi anladım. İntihar etmeliyim dedim. Güldüm. Yeni bir fantazya. Komik. Hayatımın ne kadar komik olduğunu tartışıyorum şimdi.

03.50
uyumaya çabalıyorum. Yatarken yazmak gerçekten zor. Uyumalıyım. Sen uyumuşsundur bile.
Bakayım bir sana. Uyumuşsun işte. Sırtın gene bana dönük. Ellerin kenetli. Bak şimdi sana neler yaptıracağım. Yüzünü bana dön. Döndün. Dudaklarını arala. Araladın işte. Şimdi beni öp. Öpmeye çalıştın. Ben çoktan uyudum. Keyifli bir oyun.

08.55
satranç oynamaya karar verdim. Siyahlar ben beyazlar da ben. İşte en sonunda anladım. Herkes kendi oyununu bir şekil içinde kendisiyle oynuyor.

09.55
senin sadece bir et yığını olduğunu anladım. Evet hastayım. Hastalıklıyım ve bunu seviyorum. Seni de seviyorum. Bir bedene değil ama tutkum. Kendime. narkisos oldum. ekho mu arıyorum...

GECE,RAKI ve BİZİM ÇOCUKLAR

tırnaklarına acıyı geçirip, günışığında sigara içenlere…


geç oldu

kapat içinin ışıklarını

uyu

sabah ve keman

sesi kısık bir düş
bir jazz melodisi
kadın sesi

gece
yitik bir plaktan ses beklemek

uyu

. blues

yansımalar

ayna
—kırık bir yansıma—

boş sigara kutusu
—hiçliğin maddesel yansıması—

ucu yanık kibrit
—eksik bir ateşin üşümesi—

kahve fincanı
—dünbugünyarın. karanlık yansıma—

ojeli parmak
—mor. koyu mor. kırılacak bir cesedin küçük elleri—


.Jazz

sayıklamalar

kıpırtısız su
nefesin rüzgâra karışma anı
daha ateş yanmamıştı
—yangınların tadı eksik—

cesetten bir mabet
ıslık çalan piyano gürültüsü

ben ıslık çalamıyorum
sen de

alkole bulanan bir çift göz
—siyah kalemle yazılır tarih ve çizilir sınır—

kesilir martı çığlıkları



.rock

arzulama

taksilerin gündüz tarifesi öncesi
sarı ışık arası hız
alkol
bol duman
yorgunluk
kanayan bedenler

acıyor tenin
kırılıyor tırnaklar

seni tanıyorum
ismini ezbere biliyorum
dudak
sözcüklerin tıkanıyor içimde bir yerde

acıyor bedenin
kırılıyor tırnaklar

her söz anlamını devrediyor
boşluk

oyun oynamak için küçük bir sahne bedenin
teninin pembesi bir tül gibi düştü içimde bir yerlere


acıyor bedenin

acıyor bedenim

acıyor tarih

kırılıyor camlar

kırılıyor tırnaklar



kaç tane kurşun asker hafifletir acıları


.veledizina

sokakta bir kedi gölgesine sığınmış bir çift el

balıklarla büyüyen çocuklar
kızıl bir senfoni

minik bir bedenin acılarıyla açılmaz kapılar
yakasında bir kırmızı karanfil
endülüs’te açan bir esmer acı
ışıklar sönük

bomboş bir uzam yaşamak

yarın gelecek
uyumadan önce her ceset gibi

maviye boyalı cümleler

renkler sararmış

bir betimleme

sonrası yok



geç oldu

kapat içinin ışıklarını

uyu

sabah ve keman

sesi kısık bir düş
bir jazz melodisi
kadın sesi

gece


yitik bir plaktan ses beklemek

yarına yakışmaz bir betimleme




NİSAN’06

TATLIYSA IRMAKLARIN SUYU NEREDEN GELİR DENİZİN TUZU?*

“Irmak ve Deniz olacak isimleri. Kâğıt helva da alacağız onlara ama şeker yedirmeyeceğiz. Tüm pazar günümü onlarla geçireceğim. Hem ikisine de kâğıttan gemi yapmayı öğreteceğim. Deniz’e oyuncak da olsa silah almak yok. O kamyonlarla oynayacak. Irmak, Ayşegül okuyacak. Karton bebeklere kâğıt elbise giydirecek.”
“Şu elbiseyi giyin lütfen.” Titreyen elleriyle hemşirenin ellerine değmemeye özen göstererek aldı koyu yeşil elbiseyi. Kalbi, göğüs kafesini zorluyordu. Yutkunmaya çalıştı. Olmadı. Yürüdü. Yine yutkunamadı. Gırtlağına çökmüş bir çöl sıcağı hissetti. Kapıyı kapattı. Mavi elbisesini çıkardı. O an gökyüzü yüzüne çöktü. Gırtlağındaki kuraklığı tuzlu bir suyla giderdi. Sütyeninin arasına iliştirdiği göğüsleri sudan yeni çıkmış bir balık gibi çırpınıyordu. Gene yutkunamadı. Dışarı çıktı. Az önceki sesi duydu. “Buradan lütfen.”
İçinde binlerce kelime bir birine çarparak yok oluyordu. Başının ağırlaştığını hissetti. Sesleri net duyamıyordu. Görüntüler sabit değildi. Bir odaya girdi, bembeyaz bir odaya. “Ölmek ya da öldürmek” dedi kısık ve acı bir sesle. Havada bir yerde asılı kaldı sözcükleri.
“Irmak ve Deniz olacak isimleri. Kâğıt helva da alacağız onlara. Kâğıttan gemi. Silah yok. Ayşegül. Kâğıt bebekler. Kâğıt elbise. Lanet olsun her şeye. Sana da. Kaltak. Seni seviyorum. Irmak ve Deniz olmalı isimleri.”
Beyninin içinde yankılanan bu tok sesi silmek istedi. Beceremedi.
“Hanımefendi lütfen şöyle oturun. Bacaklarınızı ayırın ve şu iki demire yerleştirin.” Demirin soğukluğunu hissetti aniden. Göz kapakları açılıp kapandı. Karşıya bakmaya çalıştı. Uçsuz bir yeşildi gördüğü. Bacaklarında bir sıkılık hissetti.
“Kemeri nereye sakladın. Kaltak. Oyuncak silah almak yok. Para yok. Yok. Allah belanı versin. Irmak, Ayşegül okuyacak. Seni seviyorum. Yetmiyor. Ters yapacağız bu gece. O ellerini kırarım senin. Ağlamayı kes. Ama şeker yedirmeyeceğiz.”
Kaval kemiği üzerindeki morluğu sıkıştırdı kemer. İçinde birçok kelime göğsüne hücum etti. Yutkunmaya çalıştı. Beceremedi yine. Sesler birbiri içine geçti. Başının uyuştuğunu hissetti. Olduğu yerden göç etti düşünceleri. Hemşirenin enjektörü yere düşürdüğünde çıkan sesi duymadı. Göz kapakları iki sevgilinin kucaklaşması gibi sarıldılar birbirlerine. İçinde, en çok kanayan yerinde bir acı hissetti.
“Korunmak mı? Irmak ve Deniz olacak isimleri. Sen de istiyorsun biliyorum. Artık vakti geldi. Seni seviyorum.”
İçinde o geceki gibi bir yabancı hissetti. Gözlerini açmaya zorladı. Yeşilde boğuldu gözleri. Olmadı. İçine bir çift göz baktı. “Ölmek ya öldürmek” dedi. İçinde yankılandı ses. Dişiliğinin uyuşmasıyla bir serinlik filizlendi içinde.
“Irmak ve Deniz olacak isimleri. Kimse dokunmayacak onlara, onlar da kimseye. Kimsenin el izi olmayacak üzerlerinde. Kimse ezemesin diye okuyacaklar. Okuyacaklar ki bizim gibi olmasınlar. Kaltak. O ellerini kırarım senin. Seni seviyorum.”
İlk kez başkaları dokunuyordu kadınlığına ve onlara. İçinden onlar çekilip alındı. İçindeki kocaman boşluğu hissetti. Üzerindeki el izleri hariç artık her şey sadece kendisine aitti. Gülümsedi. Yutkundu da. “Bir kuş kadar hafifim” dedi, “artık uçabilirim.”
Gözlerini açtı. Gülümsedi. Karşısındaki iki bacağı arasındaki derin vadiyi örten yeşil kumaşa dağ kondurdu bir tane. Bir tane de ırmak ve ırmağın döküldüğü deniz. İki de martı çizdi. Yutkundu yine. Gülümsedi.
Sedyeye kondu. “İki saat” dedi hemşire, “iki saat sonra gidebilirsiniz.” Doğumhanenin kapsını itti hasta bakıcı. “Yeniden doğdum” dedi. İçinde birçok anlam buldu bu sözü.
“Kâğıt helva da alacağız onlara. Kâğıttan gemi. Karton bebeklere kâğıt elbiseler.”
Gene yutkundu. İçindeki tok ses kendini boğdu kadının kanında. Yatağa uzandı. Çantasını açtı. Biletini kontrol etti. “Kâğıt” dedi, “bu bilet de kâğıt.”

(*) P.Neruda’nın sorular isimli kitabından

16 Temmuz 2007 Pazartesi

MARUZ BIRAKILAN ADAMIN ŞARKISI

ayak izlerine takılınıp düşülen

bir kadının çamurda yansıması...

takip etmek için biraz yorgun olmalı insan...

GEDİZ'e dair...

Atlamak bir yerlerden....
Nerede sabah olsa...
Bir yerlerde sonuna kadar gelemeyen cümleler mezarlığı.
"herkesin kendi kendini becermesi eylemi"
Yalnızlığın tanımını yapıyor yarım ağzıyla bir kadın elbisesi.
Kırmızı bir kadının gölgesinde büyüyen
En ufak toz tanesidir.
Atlamak
Kelimelerin tam altından.
Herkesin bir şahide ihtiyaç duyduğu bu diyarda.
Kelebeklerin tırmandığı yokuşlar artık koca bir bozkıra çıkar.
Ağaçların adımlarına takılan bir kaç yüz var.
Denize yürüyor tüm
Tüm bulutlar.
Bir kaç yüz...
Arınmak için Gediz’in suyunda.
Kırmızı bir kadının eteğinden düşüp Gediz'de beni yaratan girdap'a girer ansızın.
Adımlara takılan bir kaç yüz...
İşte güneş ellerinde…
Burada şimdi sabah…
Şimdi sonuna geliyor cümleler yığını.
Gediz’in suyunda arınan birkaç yüz…
Kırmızı, yüzümde açan sardunyaya konan bir yalı çapkınıdır.
BEN GEDİZ’İN BİSMİLLAHSIZ OĞLUYUM…
Doğ bereketimin ve hasretimin üzerine ey kanlı güneş…
Atlamak tanrıların tüm dağlarından…
İleride bir delta da sabah olmakta…
Kırmızı yakasında bir karanfille işte bu mezarlığın içinde…

ANNE-TREN-YATAK-BABAM vs…

dağınık yatak
gözlerin perdenin arkasında
bir rüzgar esse aralanacak
iki kitap arasına saklanmış kadınlığın
bacakların yok
gündüzünde uyuyan
gecesindeyse hiç uyanmayan biri var içimde
çiçeklerin devrimi olmuş
kahretsin
artık sevgimi hapsedemeyeceğim çiçeklere
hem bu hava
hem bu mevsim
yağmur yapmaz
“anne ben uyandım”
annem yok
dağınık yatak ertesi
kırmızı bir ruj gibi gözlerin camda
yüzün gök’e benziyor
dışarıda bir çift aşk yapıyor
uçaklar denize gömülü
trenler hiçbirşeylerini taşıyor insanların
kemanlar suskun
yatak dağınık
kafam kanıyor
içerden birileri çıkıyor
sabah onları karşılıyor
“sen sabah değilsin ki”
annem uyuyor
yatağı derli ve aynı zaman da toplu
aynı
saçları gibi
“anne uyan güneş yok”
çocukluğumda güneş
annem sütün beyazlığını almış üstüne
ama benim hiçbirşeylerim nerede
tren
tren gitti
ben hiçbirşeysiz bir şey
bana eski yunandaki fenerleri anlat anane
buranın sokak lambaları bile bozuk
dağınık yatak
annemin topuzlu ve beyaz saçları
yüzün gök’e benziyor
kahven soğumuş
sigaran da mı yok
ben sevişmeyi bilmiyorum
“anne uyan sevişemiyorum”
“anne uyan güneş kaçmış”
“anne uyan”
anne seviş de
anne sev işte
babam ekmek fırınına gidiyorum kadar uzak
tütsülü yalnızlıklar ve misk-i amber kokan
bir odada
keman çalıyor yaşlı bir kız
yaşlılığı o delikanlıdan
“anne herkes devrimde biz niye evdeyiz”
parklar mitralyöz gibi yalnızlık ve bencillik
öğretiyor çocuklara
o demir çubuklar evlerimiz değil ki
kumlar
onlar çok uzaktalar yıldızın kırıntıları
dağınık yatak
uyanmamış bir ben –hiçbirşeysiz-
“şey tren kaçta”
“isadan da önce ha iyi yetiştik”
ben senin hiçbirşeyinim
“anne ben gidiyorum”
Babam da trende Lorca’nın yanında isanın
ötesinde
bir kadın tamamı ile Nietche’yi okuyor onun
gözlerinde
Marx sakalına takılan yün tanelerini
temizliyor
Babam Lorca ve Zola iskambil oynuyor
oyunun jokeri ben oluyorum
bir onun elinden bir Babam’ın eline
tren düzgün bir o kadar uçsuz
“anne ben gittim”
güneş burada
beyaz annem
ve
gök sen
güle güle gittim
ben senin hiçbir şeyinim
ya sen
benimle gelmiyor musun?

15 Temmuz 2007 Pazar

Yanıyor içimizin kaldırım taşları

Yanıyor içimizin kaldırım taşları
Ritmik es

Kolu kopuk oyuncak bebek
Kaybı bir günlüğe denk düşen ılık ışık

Bilinmez
Birleşmeden nasıl sağılır tutku dudaklardan

Dudakların bükümüne bir kırmızı nergis

Bekleyen
-gibi sabır
-gibi sessizlik

Dudağın titremesi
Bardağın suya doyduğu an

Aynada traşsız yüzüm

Ritmik es

Saçları yoluk oyuncak bebek

Ellerim

Dokunmayı öğrenmeli ses
Sonra yanılgıyı

Yumruklu bir sarılma
Veda senfonisinin provası

Kaçacak yer yoksa
Yerle yeksan bir düş aynadaki yüzüm

Ritmik es

Gözleri iğdiş edilmiş oyuncak bebek

Dudakların bükümünde bir kabus

Söylenmeli söz
Çalmıyorsa istencin yabanıl atını

Korlara bulanan bir acıdır içimde hissettiğim

Sigaranın kül tablasında sönüşü
-gibi derin nefes
-gibi hırıltı
Uyurken okunmalı tarih kulaklara
Belki diye

Yatakta solgun bir nergis gibiyse beden
Yüzümde bir çözülme

Ritmik es

Sakallı oyuncak bebek

Aynada parlayan yüzüm

Bayram arifesi acıları çınlıyorsa parmak uçlarında
Yazılmalı tarih uykunun köşesine
Fısıldamalı sözler kapalı bilincin kapısında
Belki diye

Bir sabah
-gibi bir savaş
-gibi Cesedin soğuk gölgesinde uyanmak

Sabah eksik ve yaralı
Yüzümün gölgesi sarı

Ritmik es

Ağlayan oyuncak bir bebek
-gibi sesli

Titremiyorsa sözcükler dokunmalı tenler
-gibi yalan
Yalan yaşamın düş kırıklığı

Unutulmamalı gece ve ses
Kırılmadan içeride en büyük
-gibi büyük betimleme

Bugünün düne yakınlığı kadar ezbere

Ritmik es

Son söz niyetine bir duadır yazmak

“her şairin infazı kalem tutmasıyla”

Söz biter
Çığlık kalır

Sakın ıslık çalma

-ki bu kentin tüm kadınları ellerinizde tenimin her damlası

Tenim tinine armağan olsun

Kırılan bir ayna
-gibi yüzüm

Yakılan bir bebek
-gibi oyuncak

Yazılan bir şiir
-gibi bu yalan


İzmir ‘07

BİLİRkişi raporu

uzatmanın lafı
anlamsız...

yokum...
zaten yoktum da...

biraz uzağım sanki BU günlerde...
biraz yalnız ve sıkılgan.

kelimelerim ceplerimde bir yerdeydiler ama bulamıyorum onları...

BU dehliz çok karanlık...
önüm arkam sağım SOLum söbe ama ben ebe değilim ki...

kırıldıkça parçalanan ve ufalanan bir bedenim olmaya başladı. BU ne zaman başladı ben de bilemiyorum. yağmurdan önce mi yoksa ışığı yitirişimden sonra mı.
annemi belki de ilk kez dinlemeliydim. çıkmamalıydım dışarı. görmemeliydim.

BU dünyada bir yerlerde ufalanan kum tanesi olmak canımı sıkıyor. gittikçe küçülmek. zayıflamak.

galiba bir kütüphanede yaşlanan kitabım ŞİMDİ
ve içimde bir güve sürekli beni azaltmakta...

zayıflıyorum... kilomu kaybediyorum... küçülüyorum...
BİLİRkişi, -ki doktor diyorlar adına- durumun iyi olmadığını söylüyor...

ki geriye sadece son sözü yazmak kalıyor...

.........
kalın sağlıcakla...

13 Temmuz 2007 Cuma

İLK EMİR

“Sus…

Birkaç cümle ve feda edebiyatından sonra…

Beni anlamıyorsunuz!

Çarpılan kapılar, terk edilen mekanlar…

Sus…”


Peki neden susmalıyız? Birisi bana bu emir cümlesini mantıklı bir düzlemde açıklarsa, kendimi Bayraklı’daki asma köprüden İzmir Körfezi’ne atacağım. Önce emret sonra da beni anlayın.
Evet insancıklar sizi çok iyi anlıyorum. Her birinizi anlıyorum. Buna inanın. Gerçekten anlıyorum. Yalnızlığınızı, hiçliğinizi, tahakküm alanlarınızı, var olamayışınızın varoluşsal kaygılarını. Her birini tek tek alıyorum.

“insan yaşadığı yere benzer” *

Her biriniz içinde yaşadığınız bu bok çukurunda birbirinize benziyorsunuz. Yüzleriniz aynı. Öfkeleriniz, kaygılarınız ve korkularınız bile…
“hepimiz bir bok çukurunun içinde yaşıyoruz fakat bazılarımız hala yıldızlara bakıyor.”**


Siz öyle istersiniz o öyle olur. Ol dersiniz olur. Tanrıdan korktuğunuz için onun gibi yaşamaya çalışırsınız insanların hayal dünyalarınla. Yoksunluğunuzun bütün faturalarını sizden daha güçsüz gördüğünüz insanları korkutarak onlara çıkarırsınız. Çünkü onlar zaten doğdukları andan itibaren korkutulmuşlardır. Evvela yukarıdakinden. Sonra evde anadan ve özellikle babadan. Sonra okulda müdürden ve öğretmenden. Sonra polisten. Patrondan, devletten, cesetten, kısacası her şeyden…
Onların korkularıyla besleniyorsunuz. Size neden demek dünyanın en büyük günahı. Zaten anlaşılmaz bir şeyler yapıyorsanız bunu kutsayın demişler. Çünkü kutsal olanlara neden diye sorulmaz.
“ezen ezdiği için insandışılaşmıştır. Ezilen de kurtuluşu ezen olma yolunda ararsa insandışılaşır.”***

Tanrıdan korkup yeni tanrılara sığınan tüm insanların tanrısı olmaya adaysınız. Küçücük sıkışmış dünyalarınızda yaşamaya mahkumsunuz. Siz ve sizlerin müritleri…

Acılarınız kadar kutsalı da yoktur. Her zaman için siz haklısınızdır ve siz biliyorsunuzdur. Her zaman için en iyi olanı siz düşünürsünüz.

Peki neden bu “nedenden” korku?

Basit denklemin çözümü içeride. Kendi içinde. “Korku”… Tek kelime, korkmamak için korkut… Çünkü korkulan şey güçlüdür. Öyle değil midir?

Sizi anladığımı bir daha söylememe gerek var mı?

Hadi ilk cümlelere geri dönelim.
Sus…

İLK EMİR: OKU
Ne kadar da benziyor değil mi?

Birkaç cümle ve feda edebiyatından sonra…

O sizin için kendini feda etti ve tanrı katına yükseldi.”

Beni anlamıyorsunuz!

Evet çünkü siz kutsal olansınız. Dokunulmaz olansınız. Aslında anlıyoruz. Anladığımızı sanıp size tapmıyor muyuz, özgürlüğümüzü size vermiyor muyuz, körü körüne size inanmıyor muyuz?

Neden şimdi sizi anlamayalım ki?

“Neden?”

Çarpılan kapılar, terk edilen mekanlar…

Sizi cehennem kapılarında bırakıyorum. Artık benden değilsiniz. Ötekisiniz. Ötekiyseniz yanmayı hak ettiniz.
(haklar verilmez alınır.)

Sus…


Korkularınızdan ve kilitli mabetlerinizden yoksun kaldığınızda acaba yoksunluğunuzu ve insansızlığınızı hangi kılıfa saracaksınız? Ben asıl bunu merak ediyorum ama nasıl olsa hep biz sizi anladığımızı sanacağız “neden” dediğimizde ise lanetlenip sizi anlamamakla suçlanacağız. Yani her zaman kendi tanrılıklarınız için bir öteki yaratacaksınız bizler istemesek de.

“Bir tanrı en çok kendine inanmayanlara muhtaçtır. Onlar olmasa kendini tarif bile edemez. İşte bu yüzden aklı başında her tanrı önce kendine inanmayanları yaratır. İşte bu yüzden yeryüzünde bu kadar çok din ve her dinin bu kadar çok kafiri vardır…”****


Sus…

Neden sus?

Çünkü “neden” deyişlerimizi duymamak için sus.

Sus…

Çünkü…

Konuşursan lanetlenirsin, okuldan atılırsın, işten kovulursun, cehenneme gönderilirsin, evden kovulursun. Bu “neden” ve sonuçları uzar gider.

Sahi size de tanıdık geliyor değil mi?
İLK EMİR : SUS





* Edip Cansever

** Oscar Wilde

*** Paolo Freire

**** Emre Yılmaz




02/06/2006 Buca – İzmir

DAR KALDIRIMDA CESETTİ GÖLGESİ

(SENFONİK SANDALYE SUSKUNLUĞU)

Nefes almakta zorlanıyorum. Söylemek isteyip de söyleyemediğim kelimeler zorlaştırıyor nefesimi.

Kırık bir testi. Kanayan bir başta belli belirsiz birçok imge. Sakatlandığı anda hastaneye nakli vacip olan bir isyan. -kafadan sakat-

Askı bir eylemin izlerini taşır göğüslerinden süzülen iki damla terle beraber. Kırık bir darağacı gölgesi. Terleyemeyen bir beden var.
Askı ve asmak… İşte bu kadar.

Çakmaklara dolmayan bir umudun ertesi. Çantam vardı bilirim. Nice çocuk kitabı girmiştir de içine hiç bu kadar ağırlaşmamıştır. Bir ağrı var. Şuramda. Göremeyeceğiniz yerlerde. İşte bundandır kovalandıkça düşen ve düştüğü anda kırılan düşlerimin olması. Hiç bir vakit kapanıp kaçmamıştır çantam benden önce.

Otobüs durakları… Yavru kediler vardı o gün durakta. Ölmek pek de yabancı olmadığım harfler yığını. Kendimi bir durağa adadığımda görün beni. İşte o zaman ne çanta ne askı ne de kırık bir testi.

Bir otobüs camından uyanıp baktım dışarı. İşte oradaydı. Atlantis..
"baba ben büyüyünce kral olacağım" -kafadan sakat-
Elde can bulan saksı anı... Müstakil evlerde yaşayan apartman topukların kaderidir intihar.
Düşmeler bilmemekten değil anlamamaktandır yüksekliği. Çocukken kumuna atladığı hep o ikinci kattır onun için hayat. İşte bundan yoktur kelimelerinin birinde yükseklik. O hep düştüğünde acıyacak kıçını düşünür. Onun için acı yalnız odur.

Hızlı bir ölüm olabilir ancak yükseklik ya da yer çekiminin kanıtı. Yalnız olmadığımı bilmek işime gelir de ondan. Yer çekimini bilmem bile yalnız olmadığımın kanıtıdır.

Yalnız değilim.

Nefes almakta zorlanıyorum. İçimi kanatıyor kanatlı birçok hayvan gölgesi. Koca bir çemberin kısa bir noktasındayım, o kadar ve ezilsem de bir ayakaltında yalnız olmadığımı bilirim. Bilirim de ondan ölmek isterim çoğu kez. Adımlarıma adları sıkıştırdığımdan beri nicedir yollarına çıkarım gecenin. Koynuna almaz. “öl de gel” der içinden ama ben bilirim. Bilirim de ondan ölmek isterim çoğu kez.

Yalnız değilim.

Askı ve asmak… işte bu kadar.

Çantanın askıdan alınma zamanı… dar sokakların ağaçları da dar. Bir o kadar da geçilmez.

Otobüs durakları… Camlarında bir kağıt. Çocukluğun kaybedildiği bir gün… Yıkım ekipleri. Taşlar. Otobüs gürültüleri. Küflü kitaplar. Atlasların camlarından bakıp da bıyık büken bir tarih kahramanı…

Yalnız değilim. Nefes almakta zorlanıyorum. Dilimde biriken onca küfrü gecenin ağzına boşaltıyorum ansızın. Gece, dar sokak ve yıkımdan arta kalan kum yığını.

“baba ben büyüyünce kiremit olacağım” –kafadan sakat-

Bitti. Her şey gibi söz de…

Yalnız değilim. Yalnız değilsiniz. Dar sokaklarda, ikinci katlarda bir otobüs camına hasret tutsaklıktır yaşamak.

Askı ve asmak… İşte bu kadar.

İÇ KANAMA

Bir sayfada iki heceli bir sözcük.
Onun kadar kısa işte. Oluşumum bir
satır süresi, yok oluşum bir kelime…


I.

Akşamdan sonra.Yarı çıplak bir kadın tablosu… Adam girer. Kadına bakmaz. Kadın bacaklarını aralar. Adam mutfağa gider. Kadın bacaklarını daha aralar. Adam mutfaktan gelir. Televizyonu açar. Kadın bacaklarını daha da aralar. Adam kalkar. Kenti ikiye ayıran nehir gibi açar fermuarını. Dikiş makinesinin pedalına iki kere iki basış sesi, veda senfonisi… Koca sayfada bir satırın okunması kadar uzun süreli…Trafik lambaları gibi kapatır fermuarını. Adam yatağa doğru ilerler. Kadın bir kepenk gibi kapatır araladığı her şeyi.

II.

“Perde” yazmayı çok isterdim ama değil. Hiç değil. “Stop” olabilir ancak şimdiye yakışan tek söz.

III.

Sabahtan önce.Yüksek tabanlı bir öfke… Adam yatakta sağa döner. Yüzü elbise dolabının aynasındaki çatlakta renk bulur. Kırılan bir tabak sesi… Mavi renkli balık tabak… Çocuk girer. Yatak odası çok daralır. Kararır. Vazonun taşla buluşması. Yerçekiminin do diyez sesi… Adam yatakta sola döner. Kadın kapanmıştır. Çocuk çoraplarının çıkarır çıkardıktan sonra terliğini.

IV.

Bugün.Yirmiki’nciyılında dikişi makinesinin son çalışmasının. Kırılan bir vazo… Madeni bir gürültüdür paradan yapılma lego. Elinde kalan son iskambil kâğıdı… Süzülen bir martı… Çalmayan telefonlar, yürümeyen arabalar, otoparka mahkûm bir kadın, yüksek topuklu apartman merdivenleri, o merdivenlerin kara boşlukları, sesin yankılanışı, otamatın çırpınışı, zilin susuşu…

V.

Her gün.Merdivenleri dardır apartmanların. Her tabut yakar dörtlülerini. Kapatır trafiğe yolların hepsini. Geçilmez çelik kapıların kasalarından öteye. Bol kilitli bir tabuttur, gibidir daireler. Sonu yoktur. Her şeyin. Olmaması da düşünülemez. Adamlar gelir hep. Kadınlar kapatır. Çocuklar kırılır.Hiçbir zaman hiçbir tabut yoktur ki bir yılgınlığa sığabilsin.

VI.

Perde yazmalıydım burada ama şimdi yazmaktansa küfretme zamanıdır.

VII.

Leş kargalarına.Sağa sola dönenlere, kapatıp açanlara, bir kez çalışıp sesi kesilene, her mevsim bir kere yağana, günde bir kez uçana, kırılana, kırana, açılana, açana her şeye her bir şeye her birine. Aynadaki kırıkta kalan son cam parçası sırrını yitirene kadar çıkamayacaksın ömrümden. Burada sizi ve size ait olan her şeyi yitirip tüketip sizi dışkılarım gibi kusacağım. Sizi yitireceğim. Sizi faili en başata birincitekil olan bir acıyla kavuracağım. Yo korkmayın. Bana yaptıklarınız gibi değil. Ben de bilmiyorum. Ama zaten içimde bir yerlerde kaybolmak sizin dayanabileceğiniz gibi değil.

VIII.

Şimdi.İçimde ufalanan zaman taneleri gibi… Kum tanesi gibi yer çekimine ve zamana dayanamayan. Eksiltiyorum. Bensiz var oluşunuz yok bunu biliyorum. İçimde eksiltiyorum her şeyi. Tutunmayın. Korkmayın beraber düşüyoruz zaten.Son sözümdür. Ceninlerin ellerinden öperim.

IX.

Perde.

İzmir / 2 Ağustos 2006

DÜŞ

Girdaplarında boğulunan ve tapılan bir dünyaya…

Sizi eski bir düşümden anımsıyorum

Düşler görürdüm. Azca mekân, azca zaman çokça varlık duygusuyla düşler. Geçmişteydi. Çokça bir zaman duygusundan önce. Düşlerimi geçmiş ile şimdiki zaman yıprattı. Rüzgârda kırılmış yapraklar gibi.
Geçmiş ile şimdiki arasındaki zaman, uykumla uyanıklığım arasına da giriyor. Her sabah yazısız bir tarihin içinden geçiyorum. Uyanmaya yoruluyorum. Bir yerlerde peydah olan bir görüntüyü – bir ayağın suya değişini; bir sandalın devrilişini – uyanmaya başladım anda yitiriyorum. Bilemiyorum onu. Kanıksayamıyorum. Uyanma hızıyla unutuyorum. Hayalli, sisli ancak geçmiş diyerek yakınından geçebileceğim bir uzaklığa, bir derinliğe, bir başkalığa yitiriyorum onu.
Onu, gidişini ve gidişinin izini başka bir yerde, başka bir zamanda, bir şimdi de, karşımda buluveriyorum. Aniden ve gitmiş, unutulmuş haliyle.

Sizi eski bir gülümsememden anımsıyorum.

Dünyanın güzel olduğuna inandığım zamanlardan. Düş kırıklığının böyle savurmadığı, aşk ve serüven öyküleriyle dünyayı anladığım zamanlardan. Böyle geçmişli, düşlü, buğulu, çokça varlık duygulu bir boyutta görmüş olmalıyım her şeyi.
Yola çıkmadan önce geriye bakıp da gözlerime son kez yazdığım; bütün masalların unutulmuş hallerini, izleri, sanrıları, size özgü acıları, hüzünleri, masalsı da olsa kan akıtan gerçekleri nasıl tanıdık bulabilirdim?
Unuttuklarımızın, unuttuklarınızın, unutamadıklarımızın gürleyen sularını, masalımın uçurumlarını, çağlayanları…
Sizi içimde yitirdiğim çok eski bir benin düşlerinden anımsıyorum.

Bu son bahar halimle bir zamanlar dallarda oynaşan yaprakların asfaltta çürümeye başladığı halimle… Bu mevsimlerin içinde bir de bahar bu dallarda bir de kuşlar olduğunu artık anımsamıyorum. Gözlerimi ilk gördüğümde patladı ışıklar.

Şimdi yoksunuz. Yokluğunuz bir masalın bitişi kadar doyumsuz, sıcak. Gidişimi izledim sonuna dek, dar ufkumun ucuna dek… Gitmiş olmanın dönemecinde durdum, kendime serin bir gölge bulup kuruldum.

Kendi kuyruğunun peşine düşmüş bir tilki gibi dönerken zaman, çıplaklığınızı kabullendim kristal şatonuzu…

Yok olduğumu.

Yok anlatamayacağım. Dokunun bana darağacı ellerinizle…

Biliyorum. Ne kadar anlatmaya çalışsam da kurtaramadım kendimi sözcüklere esaretten. Ne kadar cömert davrandıysam da bir anımı bile yazamadım.

Bazı dünyaları başka insanlar yaratır. Her şey ayrıntıdır orada; her ayrıntı anlamlı ve her cümle – cümle dünyayı, var olmuş ve olacak halleriyle – zaman, zerre, bütünlük, alışkanlık, yansıma halleriyle cümle âlemi anlatmak ister. Beceremez.

Sözün bittiği yerde zaman vardır…

İzmir / 21 Nisan 2006