“Sus…
Birkaç cümle ve feda edebiyatından sonra…
Beni anlamıyorsunuz!
Çarpılan kapılar, terk edilen mekanlar…
Sus…”
Peki neden susmalıyız? Birisi bana bu emir cümlesini mantıklı bir düzlemde açıklarsa, kendimi Bayraklı’daki asma köprüden İzmir Körfezi’ne atacağım. Önce emret sonra da beni anlayın.
Evet insancıklar sizi çok iyi anlıyorum. Her birinizi anlıyorum. Buna inanın. Gerçekten anlıyorum. Yalnızlığınızı, hiçliğinizi, tahakküm alanlarınızı, var olamayışınızın varoluşsal kaygılarını. Her birini tek tek alıyorum.
“insan yaşadığı yere benzer” *
Her biriniz içinde yaşadığınız bu bok çukurunda birbirinize benziyorsunuz. Yüzleriniz aynı. Öfkeleriniz, kaygılarınız ve korkularınız bile…
“hepimiz bir bok çukurunun içinde yaşıyoruz fakat bazılarımız hala yıldızlara bakıyor.”**
Siz öyle istersiniz o öyle olur. Ol dersiniz olur. Tanrıdan korktuğunuz için onun gibi yaşamaya çalışırsınız insanların hayal dünyalarınla. Yoksunluğunuzun bütün faturalarını sizden daha güçsüz gördüğünüz insanları korkutarak onlara çıkarırsınız. Çünkü onlar zaten doğdukları andan itibaren korkutulmuşlardır. Evvela yukarıdakinden. Sonra evde anadan ve özellikle babadan. Sonra okulda müdürden ve öğretmenden. Sonra polisten. Patrondan, devletten, cesetten, kısacası her şeyden…
Onların korkularıyla besleniyorsunuz. Size neden demek dünyanın en büyük günahı. Zaten anlaşılmaz bir şeyler yapıyorsanız bunu kutsayın demişler. Çünkü kutsal olanlara neden diye sorulmaz.
“ezen ezdiği için insandışılaşmıştır. Ezilen de kurtuluşu ezen olma yolunda ararsa insandışılaşır.”***
Tanrıdan korkup yeni tanrılara sığınan tüm insanların tanrısı olmaya adaysınız. Küçücük sıkışmış dünyalarınızda yaşamaya mahkumsunuz. Siz ve sizlerin müritleri…
Acılarınız kadar kutsalı da yoktur. Her zaman için siz haklısınızdır ve siz biliyorsunuzdur. Her zaman için en iyi olanı siz düşünürsünüz.
Peki neden bu “nedenden” korku?
Basit denklemin çözümü içeride. Kendi içinde. “Korku”… Tek kelime, korkmamak için korkut… Çünkü korkulan şey güçlüdür. Öyle değil midir?
Sizi anladığımı bir daha söylememe gerek var mı?
Hadi ilk cümlelere geri dönelim.
Sus…
İLK EMİR: OKU
Ne kadar da benziyor değil mi?
Birkaç cümle ve feda edebiyatından sonra…
“O sizin için kendini feda etti ve tanrı katına yükseldi.”
Beni anlamıyorsunuz!
Evet çünkü siz kutsal olansınız. Dokunulmaz olansınız. Aslında anlıyoruz. Anladığımızı sanıp size tapmıyor muyuz, özgürlüğümüzü size vermiyor muyuz, körü körüne size inanmıyor muyuz?
Neden şimdi sizi anlamayalım ki?
“Neden?”
Çarpılan kapılar, terk edilen mekanlar…
Sizi cehennem kapılarında bırakıyorum. Artık benden değilsiniz. Ötekisiniz. Ötekiyseniz yanmayı hak ettiniz.
(haklar verilmez alınır.)
Sus…
Korkularınızdan ve kilitli mabetlerinizden yoksun kaldığınızda acaba yoksunluğunuzu ve insansızlığınızı hangi kılıfa saracaksınız? Ben asıl bunu merak ediyorum ama nasıl olsa hep biz sizi anladığımızı sanacağız “neden” dediğimizde ise lanetlenip sizi anlamamakla suçlanacağız. Yani her zaman kendi tanrılıklarınız için bir öteki yaratacaksınız bizler istemesek de.
“Bir tanrı en çok kendine inanmayanlara muhtaçtır. Onlar olmasa kendini tarif bile edemez. İşte bu yüzden aklı başında her tanrı önce kendine inanmayanları yaratır. İşte bu yüzden yeryüzünde bu kadar çok din ve her dinin bu kadar çok kafiri vardır…”****
Sus…
Neden sus?
Çünkü “neden” deyişlerimizi duymamak için sus.
Sus…
Çünkü…
Konuşursan lanetlenirsin, okuldan atılırsın, işten kovulursun, cehenneme gönderilirsin, evden kovulursun. Bu “neden” ve sonuçları uzar gider.
Sahi size de tanıdık geliyor değil mi?
İLK EMİR : SUS
* Edip Cansever
** Oscar Wilde
*** Paolo Freire
**** Emre Yılmaz
02/06/2006 Buca – İzmir
13 Temmuz 2007 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder